1 Aralık 2013 Pazar

Sami Selçuk: ‘Samimi değiller’

Eski Yargıtay Başkanı Selçuk, anayasa yapımından rejimin yeni biçimine, başbakanın otoriterleşmesinden cemaat kavgasına kadar pek çok konuyu değerlendirdi.
Eski Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, AKP’nin tek başına yapacağı anayasanın kalıcı olamayacağına işaret ederek toplumun tüm kesimlerinin temsil edileceği kurucu meclis oluşturulmasını önerdi. Yürütmenin hem yargıyı hem de yasamayı kuşattığına dikkat çeken Sami Selçuk, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın otoriterleştiğini söyledi. Selçuk, ülkenin giderek kutuplaşmasının sokakta çatışmaya dönüşmesinden korktuğunun altını çizdi.

Eski Yargıtay Başkanı, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sami Selçuk’a yönelttiğimiz sorular ve verdiği yanıtlar şöyle:

-TBMM Anayasa Komisyonu iki yıl çalıştı. Sadece 60 maddede uzlaştı ve dağıldı. Temel maddeler düzenlenemedi. Sizce bu Meclis’in, anayasa yapma yeterliliği var mı?

Bu Meclis’in yeni bir anayasa yapma açısından nicelik olarak gücü var ama anayasal ve hukuki yeterliliği yok. Ayrıca denklik açısından da yok. Birinci nokta anayasal yeterliliği yok çünkü bu Meclis, anayasanın 175. maddesine göre anayasayı değiştirebilir ama yeni bir anayasa yapamaz. İkinci nokta yanlış olgulara dayanan, yanlış hukuka göre anayasa yapılamaz. Bu olgulardan birincisi yüzde 10 barajı. Sandık başına giden ve “Benim partim yüzde 10’un altında” diyerek başka partiye oy vermek zorunda kalan seçmenler var. İkinci olgu, milletvekili adaylarını halk değil, genel başkanlar belirliyor. Dolayısıyla halk kendi vekilini değil, genel başkanların buyruğundan çıkmayan kişileri seçiyor. Böyle bir düzende halk adına korkusuzca konuşacak özgür iradeli ve anayasanın 83. maddesindeki sorumsuzluk ilkesini hak edecek bir vekili çıkaramazsınız. Üçüncü olgu, oyu geçersiz olacağından beğenmediği adayların üzerini çizemiyor. Bu üç olgunun her birini yüzde 30’a dek çıkaranlar var. Seçime katılma yüzde yüz bile olsa bu olguların etkisiyle parlamentoya yansıyan irade sakat bir iradedir, halkın iradesi değildir. Böyle bir parlamento halkı temsil edemez. Dolayısıyla halk adına yeni bir anayasa yapamaz. Öyleyse bir yasayla yeni bir anayasa yapacak kurucu kurultay oluşturulması en sağlıklı yoldur. Yüzde 1 oy alan dahil bütün toplum kesimlerinin katıldığı insanlarla yeni bir anayasa yapmalı. Bu yol olgulara denk düştüğü için en sağlıklı ve bütün toplum kesimleri temsil edildiği için kolaylıkla uzlaşılabilir bir yoldur. Eğer anayasa yapma konusunda içtenlikli isek doğrusu da budur. Üçüncü nokta, bizde denklik (correspondance) de yok. Çünkü oyların yarısını alan ama parlamentonun yaklaşık üçte ikisine sahip bir partiyle anayasa yapma konusunda uzlaşmak olanaksız. Muhalefet, işin başında bunu düşünmeli, kurucu kurultayda direnmeli, iktidarın görünüşte anayasa yapma önerisini benimsememeliydi. İşin bu noktaya geleceği belliydi.

Görünen o ki, iktidar partisi tek başına anayasa yapacak, halkoyuna sunacak, büyük olasılıkla halk da bunu bıkkınlık karmaşasıyla benimseyecektir, ama bu anayasa sürekli tartışılır olacak, kalıcı olmayacak, bir süre sonra yeni bir anayasaya gerek duyulacaktır. 1961’de yasa kurucu meclis oluşturuldu, ama orada feshedilen DP’ye oy veren yüzde 50 temsil edilmedi. Kısaca tarih korkarım tekerrür edecek.

Hukuk çözemiyor

-Hukuk bunları çözemez mi? 
Çözemiyor. Çünkü hukuk bilincine sahip bireylerden oluşan bir hukuk toplumu yaratamadık. Çarpıcı örnekler çok. Sözgelimi, eğer bir toplumda İsmet İnönü gibi güçlü bir başbakan, yolsuzluklarla savaş konusunda “Bir ülkede namuslular, en az namussuzlar kadar yürekli olmadıkça, o ülkede kurtuluş yoktur” sözleri seçkinlerce bile bir özdeyiş olarak algılanıyorsa, o toplumda hukuk bilinci yoktur ve bu söz aslında hukuk bilincinin eksikliği konusunda bir uyarıdır. Çünkü hukukun üstünlüğüne dayalı bir düzeni yaşama geçiren bir ülkede yolsuzluklarla savaşma görevi devletin savcısınındır, yargısınındır, kişilerin değil. Bu sözlerden 80 yıl sonra, 21. yüzyılın ilkyarısında bir başka başbakan, İstanbul kentinin görüntüsünü bozan bir gökdelenin sahibiyle konuştuğunu, hukuka başvuracak yerde, gökdeleni tıraşlayarak küçültmelerini istediğini, bu yapılmadığı için kendileriyle beş yıldır konuşmadığını söyleyebilmişse, değişen bir şey yok demektir. Dahası var. Ben uluslararası ilişkiler uzmanı değilim. Ama bu ilişkiler hukuk çerçevesinde yürütülür. Bunlardan biri, iç işlerine karışmama ilkesidir. Mısır devletini ne yapacağı belli, ciddi, ağırbaşlı, güvenilir olmayan, hukuksuz, ilkesiz bir devlet olarak görür ve küçümseriz. Mısır toplumu, devlet adamından çok oy peşinde bir siyasetçi olan başbakanını alkışlarsa hukuk toplumu, toplumda hukuk bilinci yok demektir. En önemlisi de Mısır devleti uluslararası alanda saygınlığını yitirir.

Bir ülke düşünün ki, yargının görüşünü öğrenmeyi bir fırsat olarak değerlendirilecek yerde, Anayasa Mahkemesi’ne, Yargıtay’a, Danıştay’a, AİHM’ye gitmek, orada siyasetçiler tarafından “şikâyet” olarak değerlendirilsin; yanlış yapan bürokrat “yedirmem” önyargısıyla korunsun ve yargıdan kaçırılsın. Yargıya başvuranlar, bürokraside, bir bilim yuvası olan üniversitelerde bile tehditle davalarını geri almaya zorlansınlar. Böyle bir ortamda hukuk bilincinin gelişmesi, hukuk toplumunun yaratılması bir düştür, sadece.

Yasama, yargı uydulaştı
-Meclis’in hükümetin vesayeti altında olduğu, askeri vesayetin yerine sivil vesayetin geçtiği görüşü var. Ne dersiniz?

Şu anda yürütme erki, 1982 Anayasası, Seçim ve Siyasal Partiler yasaları sayesinde yasama ve yargı erklerini kuşatmış; onları uydulaştırmıştır. Kendimizi aldatmayalım. Örnek vereyim. Bir ara Sayın Başbakan, Meclis başkanını azarladı mı tartışması yapıldı. Elbette azarlar. Onu milletvekili yapan da Meclis başkanı seçtiren de Sayın Başbakan yani sistemin doğası sakat. Tartışılması gereken sistem. Azarlama bu sakat sistemin sonucu. Ormanı görecek yerde ağaçlarla uğraşıyor, zaman ve enerji yitiriyoruz. Çok yazık!

-Başbakan kaç çocuk yapılacağına, kürtaja, kız ve erkek öğrencilerin nasıl yaşayacağına vb. pek çok alanda insanların tercihlerine karışıyor. Başbakan’ın otoriter, diktatör eğilimler gösterdiği yorumlanıyor.

Ben bunları bir dilek olarak düşünüyorum, ama bulunduğunuz yer Başbakanlık olunca o bir buyruk diye algılanır. Sayın Başbakan’ın konuşurken bu tehlikeli algıyı düşünmesi gerekir.

-Başbakan’ın otoriterleşme, diktatörleşme eğiliminde olduğuna katılıyor musunuz?

Her erk/iktidar sahibinde bu eğilim vardır. Özgürlükleri sürekli sınırlamaya çalışırsanız, otoriter bir yönetime kayarsınız. Hak ve özgürlükleri genişletmez, daraltırsınız. Varacağınız nokta da bellidir. Ancak ben Türkiye’nin tümelci (totaliter) bir rejime varacağına inanmıyorum. Bu bir yerde durur. Türkiye’de uzak geçmişe dayanan bir hukuk ve yargı var. İnsanımız rahat olsun. Asıl tehlike başka yerde.

‘Kabalık, azap veriyor’

-Siz asıl tehlike olarak neyi görüyorsunuz peki?
Asıl tehlikeyi eleştirinin yerini sövüşmenin almasında buluyorum. Çok kutuplaştık. Siyasal tartışmalar çirkin, düzeysiz. Batı’daki zekâ pırıltıları taşıyan güzel örnekler bizde yaşanmıyor. Bu denli kabalık utandırıyor, azap veriyor. Sokaktaki sövüşmelere haklılık kazandıran bir ortam. Siyaset, bu denli yozlaşırsa sokaktaki insanların çatışması meşrulaşır. Bunu herkes düşünmeli, kendisini ayarlamalı.

Yasalar çiğneniyor
-Dini referanslarla yasal düzenlemeler yapılması doğru mu?
Kendimizi kandırmayalım. Eğer sivil bir kuruluş olarak değil, devlet düzeninde Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir örgütlenme varsa ve bir siyasetçi bakana bağlıysa eski Şeriye Vekâleti’nin devamıdır o. Yine bir siyasetçiye bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü de eski Evkaf Vekâleti’nin devamıdır. Türkiye hiçbir zaman devlet örgütlenmesi içinde laik olmadı, tersine teokratik kaldı. Böyle bir düzende devlet, zaman zaman haliyle Diyanet İşleri’nden düşünce sorar. Evet, inanç sahipleri ulemaya sorabilirler ama devlet soramaz. Devlet bilimle, hukukla yönetilir. Bilim alanı çürütülebilir nesnelerle, olgularla uğraşır. Din alanı çürütülemez inançlar alanıdır. Saygı duyulur, hukuk bu alanı güvence altına alır. O kadar.

-Hükümet ile cemaatin çatışmasını nasıl okuyorsunuz?
Bunlarla il gilenmiyorum. Büyütülmesini de doğru bul muyorum. Sizi vaktiyle desteklemiş bir topluluk, şimdi sizin karşınıza çıkabilir. Türkiye’de sağlıklı bir gündem oluşmuyor. Düzeyli bir tartışma da düzeyli bir gündeme bağlı. Kim iyi söverse, o malı götürüyor; dışlanacak yerde kahramanlaşıyor. Bundan çok rahatsızım.

-Tutuklu milletvekili sorunu sürüyor. Başbakan partilerin vekillerini bile bile aday yaptığını söylüyor.
Bunu yargı çözer. 40 yıllık meslek yaşamımda Genelkurmay başkanının terörden tutuklanabileceği hiç aklıma gelmedi. Genelkurmay başkanı gerçekten teröristse onu öneren ve onunla birlikte çalışan başbakanın durumu tehlikede demektir. Willy Brandt, 1974’te çekilerek bu erdemi gösterdi. Birlikte çalıştığı insanı tanıyamamıştı. Her önüne gelenin terör suçuyla tutuklanması olacak iş değil. Bugüne dek Meclis’i silah çekerek düşürmeye kalkışanı görmedik. Darbe suçu böyle olur. Yargının milletvekillerini tutuklamasına da aklım ermiyor. 1960 darbesinde yedek subay öğrencisiydim, Harp Okulu’nun kapısında nöbet tuttum ilk gün. Darbenin değerleri nasıl yıktığını gördüm, yaşadım. Kapıdan içeriye giren herkes dayak yedi, bakanlar da dahil. Kabalık, hoyratlık kol geziyordu. Darbeyi yeniden yaşamak, düşünmek bile istemiyorum. Türkiye bunları aşmıştır.

-Yargının siyasallaştığı, yürütmenin talimatıyla davrandığı ön kabulü oluştu.
Yasalar çigneniyor. Hükümet “Silahları bırakıp gitsinler” dedi. Varsayalım ki savcısınız, pencereden suçluların geçip gittiklerini görüyorsunuz ama görmezden geliyorsunuz. Olacak şey mi? Ben de istiyorum Kürt sorununun çözülmesini ama hukuk içinde. BDP haklıydı “yasal olsun” derken. Buyruğu verenler de, buyruğa uyanlar da sorumludurlar. Savcı olsaydım kesin el koyardım. Beni siyasi buyruklar ilgilendirmiyor. Yasayı çıkarırsın, savcı da yargıç da ona uyar. Yargı kötü bir sınav verdi. Yasaya aykırı buyruğu savcılar da dinledi. Ceza Yargılama Yasası’na (CYY) göre kural olarak savcıların takdir yetkisi yoktur. Savcı suç işlendiğini duyar duymaz CYY gereğince hemen gerçeği araştırmak zorunda. Yargıçlar siyasal düşüncelerini, inançlarını, ideolojilerini duruşma salonunun dışında bırakırlar. Bunu beceremeyen, yargıçlık yeterliliğinden yoksundur. Sözgelimi, Hrant Dink davasında, Atatürk’ün “Damarlarınızdaki asil kan” sözleri bir eğretileme olarak değil, sanki doğal bir gerçek olarak değerlendirilmiştir. Korkunç ve utanç verici. Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsüyle ilgili kararı da öyle. Gerekçe ne yazık ki siyasi değerlendirmeler içeriyor.

-Balyoz davalarıyla ilgili kararlar da mı öyle?
Bunu söyleyemem. Sadece Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kabule yönelik kararını okudum. Kabule göre hukuki tanı yanlış. Adli yanılgı hukuki tanıyla ilgili. Bu görüşümü Milliyet’te kamuoyuna sundum. Bunlar kimi eklerle bir kitapçıkta yayımlanmak üzere. Ancak kararın gerekçesinde bir ideoloji kokusu sezmedim.

İlhan Taşçı/Cumhuriyet

0 yorum:

Yorum Gönder