23 Kasım 2013 Cumartesi

Uçan portakallar zamanı! - Mehmet Faraç

Orada; yoksul evlerimizin kayalık avlularını bölen yüksek briket duvarlar olsa da; "gökyüzü"ne çok nadir odaklanırdık... Bazen bizi hasrete bırakan leylek göçünde ve bazen de, çocuk yaşımızda bir türlü anlayamadığımız, tek tük geçen uçakların şaşkınlığında...
Evet, yaşamın acı bir gerçeği ki, bizler yoksulluğun zindanında ebedi mahkûmlar gibiydik... Ekmeğe muhtaç yaşamların ortasında, temiz suya bile hasret çocuklar...
Kanalizasyonların açıkta aktığı, geçit vermez yolların oyun oynamamızı engellediği, otların bile sert kayalıkların hâkimiyetine yenildiği o mahallede, bizi esaret altına alan o kadar çok şey vardı ki!..
Babalarımız kaçakçı, annelerimiz mayın yolu gözleyen garipler olsa da; ekmeğini tel örgülerden çıkartan büyüklerimiz ölümle oyun oynasa da ve duyduğumuz her kurşun sesi, korkunun girdabında canımızdan can alsa da yine de umuda bağlanmış çocuklardık...
Ayaklarımızda "cızlavet"ler, kaçakçı eskisi yamalı pantolonlarımız, Şarkçıbanlı yüzlerimiz ve kirlenmemiş yüreklerimizle yoksulluğun girdabında olsak da, özlemlerimizi hiç ertelemedik...
Çöpe atılmış tellerden oyuncaklar, minik çekiçlerle sert kayalardan misketler üreten, araba lastiklerini çembere dönüştüren, otomobil bilyelerini kaydıraklara tekerlek yapan, uzun tahtaları at gibi kullanan, oyuncağı çamurdan kalpleri hamurdan çocuklar... Yani, Urfa'daki Kötüler Mahallesi'nin garip çocukları...
Pas bırakan kilit!..
Geçen hafta oradaydım işte... O topraklardan koptuğum son 18 yıl da ancak birkaç kez ziyaret etmeme rağmen uzun aradan sonra kendimi yine Kötüler'in sokaklarına vurdum... Sizlerin bu köşede; öykülerin gizeminde, hep merak ettiğiniz, antik kalıntılar üzerindeki Kötüler Mahallesi'ne...
Sanki çocukluğumda, zihnime yerleştirilmiş bir minik kameranın rehberliğinde mahallenin aşağılarında indim otomobilden... Zamanı durdurarak ve eski zamandan kareleri dondurarak yürümek istedim oralarda!..
Bir zamanlar çamur nedeniyle koşamadığım ve her düştüğümde kayalıklar nedeniyle dizlerimin yaralandığı o sokaklara gri kilit taşları döşenmişti... Sanki çok eski bir kapıda, asma kilit gibi duran ancak zamanın diğer tüm nesneleri üzerinde pas bırakan kilit taşları...
O taşlara baktığımda, polisten kaçan kaçakçı atlarının adeta nalların sürtünmesiyle ateş saçtığı kayalıklar geldi aklıma... Bizler garip uykularda zenginlik rüyaları görürken; korkularımızın, nal seslerinde ninniler söylediği kayalıklar... Onlar yoktu işte...
Kötüler'de sokaklar aynı, evler aynıydı... Belki 20 yıl önce briket duvarlara sürülen eskimiş boyalar aynı, paslanmış tokmaklarıyla tahta kapılar aynı, çürümüş pencereleriyle odalar aynı, nice hasretleri gözlerken yaslandığımız korkuluklar aynı ve Suriye sınırlarından kaçakçı beklediğimiz damlarımız aynı...
Yaşamlarını sınır kaçakçılığıyla sağlayan gariplerin yaşadığı Kötüler'in girişinde, çocukken hep "neval" (dere) diye andığımız, şimdilerde kilit taşlarıyla gizlenmiş kayalıklar zamanın örtüsüne teslim olsa da, çocuk seslerinin halen çınladığı o sokaklarda, zihnime birer perde gibi asılan kokular da aynıydı...
Gazel sinmiş çiğköftenin lezzetinde, bulgur aşının soğan kokusuna teslim olduğu sokaklar...
Anılara yenilen duvar!..
Baktım da sokaklara, sanki eski bir film makinesi yoksulluğun gizeminden fragmanlar saçıyordu yorgun duvarlara... Çocuklar daha modern giyinmişlerdi... En azından okul kitapları bizimkiler gibi naylon torbada değil, rengârenk çantalardaydı...
Bilir misiniz ki, yırtık ayakkabılarla okula gittiğimiz o yıllarda yaşamamışlar diye çok sevindim o çocuklara... Yüzlerine baktım da, kaçakçılığın korkusu da yoktu, Şarkçıbanı'nın derin izleri de... Kötüler'de yaşasalar da, şimdilerde şanslıydı hepsi, yoksulluk ve geri kalmışlığa isyan adına...
Az sonra işte oradaydım... Çocukluğumun sokağında... Tek elektrik direğinde, karasinek ordularının bir zamanlar ışığı hapsettiği o küçük meydanda...
Karşımda kaçakçılık uğruna mahalleyi kuran "Topal Hasano"nun bir zamanlar konak görkeminde olan çardaklı evi... Tam 35 yıl önce o çardağın önündeki betonarme "seki"de nargile içen dedemin "Hamoooo" çığlığını yeniden duydum sanki...
O çardaklı koca ev şimdilerde boş... Her şey aynıydı... Penceresi, kapıları, korkulukları, beton merdiveni ve avlusu aynı... İçinde bir nesne ve bir insan olmasa da, çocukluğumuzun ruhu tam oradaydı... Minik özlemlerimiz ve her şeye galip gelen neşemiz...
Bahçesindeki nar ağacının çevresinde kıpkırmızı güllerin açtığı, dedemin nargile kokusunun yüksek duvarları aştığı o evde, büyüklerimizin yanı başında tüm utangaçlığımızla oturduğumuz odalara hüzünlendim... Ve de bizim evle dedem Hasano'nun konağını ayıran yüksek duvarlara...
35-40 yıl önce yaşadığımız her hikâyenin içinde; plastik bir top gibi seken o manzarayı yeniden anımsadım; Topal Hasano'nun, duvarın ardından bizim kayalık avlumuza attığı portakallar...
Bizler keklik yavruları gibi o avluda koşuştururken; çocukluk oyunlarımızın ortasına düşen oyuncaklar gibiydi o portakallar...
Hasano; babama ve anneme küs olsa da, bize olan özlemi ve sevgisini portakalların içine gizleyerek işte o duvardan savururdu bizlere...
Kardeşlerimle bir yandan havada uçuşan portakalları yakalamaya çalışırken sanki dedemizin özlemlerine de sarılır gibiydik!..
Terk edilmiş çardaklı evin avlusundan, portakalların sevinç topları gibi savrulduğu o duvara baktım uzunca... O duvar da zamana yenilmişti. Artık çocukluğumuzun, leylekler ve uçaklardan sonra bizi "gökyüzü"ne kilitleyen minik portakalların anıları kadar devasa değildi!..

0 yorum:

Yorum Gönder