17 Kasım 2013 Pazar

İktidar Çözülürken - Merdan Yanardağ

Bütün veriler Siyasal İslamcı AKP iktidarının çözülme sürecine girdiğini gösteriyor. Yeni kurulan ve henüz istikrar kazanamayan dinci-faşizan rejim beklenenden önce temellerinden sarsılır. Oluşturulmaya çalışılan siyasal, ideolojik ve kültürel hegemonya, bu yolda çok mesafe alınmasına karşın, kurumsallaşamadığı gibi, bütün menteşelerinden zorlanıyor. İktidar, medyanın yüzde 80’ini denetlediği halde toplumdan yeni bir siyasal ve kültürel onay/rıza üretmekte başarılı olamıyor.

AKP, devleti bütünüyle ele geçirdiği, bir tehdit unsuru olarak gördüğü TSK’yı teslim aldığı, polis-adliye tertibi ve terörüyle muhalif kesimleri sindirdiğini düşündüğü bir momentte, çok katlı bir krize sürükleniyor.
Çünkü iktidarın en güçlü olduğu ve bu nedenle karşı devrim programının açıkça ve tamamıyla yaşam geçirileceğinin sanıldığı an, paradoksal olarak onun en zayıf olduğu ve inişe geçtiği dönemi işaret ediyor.
Toplumsal ve siyasal fay hatlarında biriken gerilimi harekete geçiren ve bir depreme dönüştüren etken ise, bütün ülkeyi saran Haziran (Gezi)Direnişi ve isyanı oldu. İşte bu direniş, bütün koşulları hazır olan iktidardaki çözülmeyi tetikledi. AKP iktidarı siyasal şiddeti ve devlet (polis) terörünü çığırından çıkaracak düzeyde tırmandıran toplumsal tepkiyi bastırmak, yeniden istikrarı sağlamak ve böylece çözülmeyi durdurmak istedi. Olmadı. Çünkü AKP’ye yön veren kadro ve Başbakan Tayyip Erdoğan çok önemli bir siyasal ve tarihsel hesap hatası yaptı.

İSLAMCILARIN HESAP HATASI
Erdoğan ve AKP liderliğinin en önemli tarihsel ve siyasal hesap hatası, milletin çok büyük bir kesiminin Cumhuriyet ve laiklikle kavgalı olduğunu düşünmeleriydi. Böylece toplumda en fazla yüzde 8 ila 12 aralığında olan seçmen desteğine karşı, dar bir siyasal Siyasal İslamcı çevrenin dinci programını mutabakat ya da uzlaşma bile aramadan, hile, yalan ve sahtekârlık yaparak bütün ülkeye dayattılar.
Bütün hesaplarını “devlet-millet” kavgasının bulunduğu varsayımına dayandırdılar. Böylece milleti devletle barıştırma gerekçesiyle Cumhuriyet ve seküler kurumları tasfiyeye yöneldiler. İşte tam bu kırılım noktasında şiddetli bir direnişle karşılaştılar. Çünkü Cumhuriyetin ve 200 yıllık bir tarihsel derinliği olan aydınlanma ve modernite sürecinin tahminlerin çok ötesinde büyük bir kitle desteğine sahip olduğunu görememeleri yaptıkları hesap hatasının ikinci boyutunu oluşturuyordu.

Öyle ki, AKP’ye verilen ve büyük bölümü merkez sağdan gelen oyların önemli bir bölümü de bu iktidar Cumhuriyetin kazanımlarını imha etsin diye AKP’ye gelmedi. En büyük hesap hataları, tarihsel olarak ilerici ve büyük bir demokratik atılım olan Cumhuriyeti bir avuç seçkinin rejimi sanmalarıydı. İdeolojik ön yargılarına esir oldular.

İktidar gücünü iç dinamiklerden çok, dış dinamiklerden alan: çok özel koşulların iktidara taşıdığı; daha da önemlisi esas olarak bir ABD projesi olarak kurulan ve yönlendirilen AKP’nin, hem Türkiye’nin yakın siyasal tarihini yanlış okuduğu hem de kendisini iktidara getiren dinamikleri doğru değerlendiremediği anlaşılıyordu.
Çünkü AKP öngörülemiyor. Başlangıçta inkâr ettiği halde gizli bir ajandasının (programı, hedefleri) olduğu ortaya çıkıyor. AKP deyim uygunsa 2007'den sonra sürekli “suçüstü” yakalanıyor.

CUMHURİYET KAVGASININ ANLAMI
Siyasal muhalefetle toplumsal muhalefet arasında bir açı farkı oluştu. Bu makasın daha da açılma olasılığı yüksek. Çünkü halkın büyük bir kesimi Cumhuriyetin tarihsel kazanımlarını, insanlığın ilerici birikiminin sonuçlarını seküler değerleri, bilimi ve aydınlanmacı kurumlarını (ne kadarsa ve elde ne kaldıysa) savunmak için kitleler halinde sokağa çıkıyor. İktidarın polisiyle çatışmasını göze alarak mücadele ediyor. Ancak CHP dahil sol muhalefet güçleri ve sosyalistlerin çok önemli kesimi ısrarla bu olguyu görmezden gelmeyi sürdürüyor.
Oysa, önceki pazar (3 Kasım 2013) Yurt ’ta yazdığım gibi, bugün Türkiye’de tartışma, saflaşma ve çatışmanın merkezinde “Cumhuriyetin kazanımları” ve seküler değerler var. Sınıf mücadelesi de anti-emperyalist direniş de bu dolayım üzerinden gelişiyor.

(Bu konuyu, muhalif basının -hatta genel olarak medyanın- bir kazanımı olduğunu düşündüğüm bu kazanımda oynadığım rol nedeniyle mutlu olduğum, arkadaşım, sosyalist akademisyen Fatih Yaşlı da Yurt ‘ta benden önce -31 Ekim 2013'te- yazmış. Geç fark ettim, çünkü cezaevinde gazetelerin gelişi bazen aksıyor. Ayrıca yine Yurt ’un çok önemli başka bir kazanımı olan Mustafa Sönmez’in yazısında gördüm. Öneririm, web sitemiz üzerinden ulaşıp okuyabilirsiniz.)

Uzun süredir sokaklara, alanlara çıkan ve AKP iktidarını protesto eden kitlelerin ezici büyüklükteki bölümünü; Cumhuriyete ve değerlerine yönelik saldırılara tepki duyan, bu kurum ve değerlerin tasfiye edilmesine itiraz eden, ülkenin dinselleştirilmesini kabul etmeyen, seküler kurumların imha edilmesine karşı çıkan, yaşam tarzının tehdit altında olduğunu düşünen ve gündelik yaşamın muhafazakârlığın baskısı altında olduğunu gören toplum kesimleri oluşturuyor. Üstelik ağırlığını “yeni işçi sınıfı” diye tanımlayabileceğimiz, eğitimli ve kentli çalışanların oluşturduğu bu kesimler sola son derece açık bir kompozisyon oluşturuyor. Dahası kendilerini solda sayıyor. Eylem alanlarında solla ilişki kuruyorlar, devletin “terör örgütü ”diye nitelendirdiği grup ve çevrelerden bile hiçbir rahatsızlık duymuyorlar. Aksine birlikte aynı barikatta mücadele ediyorlar.

Saflaşma ve siyasal çatışma barikatı buradan kurulmuş durumda. Sosyalist solun bir bölümü bu barikatın çok ilerisinde duruyor. Öyle ki bu uzaklık bütün ilişkiyi koparacak düzeyde. Park forumlarına gelen insanlara ellerindeki Türk bayraklarını ve M.Kemal posterlerini indirmelerini (bazı yerlerde) söyleyecek düzeydeki bir kopukluk ve savrulma bu. İdeolojik ön yargılarına yaşamın zenginliğini feda etmekten başka bir anlam taşımıyor. Bu duru tarihin ve doğru eylemin ıskalanmasına yol açıyor.

CHP SAĞA DEĞİL SOLA YÖNELMELİ
CHP ise bu barikatın çok gerisinde duruyor Tuzağa düşmemeye çalışırken, dinci ideolojik-siyasal hegemonyanın yeniden üretilmesine katkıda bulunuyor. Gezi direnişçilerinin, kendilerine anti-kapitalist Müslümanlar diyen küçük grupların dahi seküler değerler ve Cumhuriyet için sokağa çıktığını, insanların yaşam tarzını savunduklarını göremiyor. Örneğin Mustafa Sarıgül, CHP’ye katılma töreninde, sanki bir Cumhuriyetçi ve Sosyal demokrat partiye değil de bir tarikata ya da muhafazakâr partiye katılıyormuş gibi konuşuyor. Halkçı toplumcu ve sol denebilecek tek bir söz söylemiyor. Böylece AKP ya da merkez sağdan oy alınabileceği sanılıyor. İşte bu sanı en büyük yanılgıyı oluşturuyor. AKP’ye benzeyerek veya sağcılaşarak, yani farkını silikleştirerek sağdan oy alınamaz. Kimse aslı varken taklidine destek vermez. İnandırıcı olamaz. Merkeze açılmanın yolu da kimliğini netleştirmekten geçiyor.

B. Ecevit liderliğindeki yeni CHP, 1973 ve 1977 zaferlerini daha önce sağa oy veren yurttaşların önemli bir kesiminin de oylarını alarak kazandı. Bunu da sağa yaklaşarak değil, partiyi daha sola çekerek ve yeni kimliğinin altını çizerek yaptı. Şimdi de benzer bir siyasal ortamdan geçiyoruz. Dünyada neo-liberal politikalar çöküyor ve sol yükseliyor. Siyasal İslam bütün bölgede büyük bir başarısızlık, yenilgi ve çöküş yaşıyor. Kriz AKP iktidarının ve Tayyip Erdoğan’ın kapısını çalmış durumda.

CHP elbette merkez sağda, Cumhuriyetin değerlerine bağlı olan yurttaşların ve AKP’ye daha önce oy veren emekçilerin oyunu almaya çalışmalıdır. Ancak bu sağa kayarak ve dini uygulamalara, toplumu bir mengene gibi sıkmaya başlayan muhafazakâr düzenlemelere ve yaşam tarzlarına müdahaleye, “ tuzağa düşmeyelim” diye destek vererek değil, solculaşarak ve Cumhuriyetin değerleri üzerinden yaşanan saflaşmada doğru kararlı, etkin tutum alarak gerçekleştirebilir. Gezi eylemlerinin çağrısı ve bildirisi budur çünkü. Bu çağrıya uymak ve sol-Cumhuriyetçi kimliğin altını çizmek, neo-liberal politikaları reddeden halkçı ve toplumcu ekonomik politikaları öne çıkaran bir çizgi izlemek gerekiyor. Bu durumda CHP tahmin edilemeyecek bir sıçrama gerçekleştirebilir. Çünkü kitleler basit bir iktidar değişimini değil, dinci AKP iktidarının yarattığı yıkımı onararak ve ülkeyi ileriye taşıyacak daha köklü bir dönüşümü ve kararlı bir siyasal müdahaleyi bekliyor.

Bütün kamuoyu araştırmaları, bilimsel incelemeler ve İslamcı partilerin daha önce aldığı oy oranları (ABD’nin yaptırdığı son uluslararası araştırma da dahi) Türkiye’de şeriatla yönetilmek isteyen kesimin büyüklüğünü en çok yüzde 12 olarak veriyor. Ancak AKP’nin aldığı oy oranına bakılırsa -ki seçimlerde dijital hile yapıldığı yönündeki güçlü ve önemsediğim iddiaları bir yana bırakıyorum- bu partinin en büyük desteğini merkez sağ seçmenden aldığı anlaşılıyor.
Ancak bu sosyolojik tabloya karşın, AKP Hükümeti ve Erdoğan yüzde 8-12 aralığındaki bu kitlenin taleplerini esas alıyor. Kendi çevrelerindeki dar bir siyasal İslamcı kadronun programatik hedeflerini, milletin iradesi diye sunmaya, daha doğrusu, yutturmaya çalışıyor.

KOALİSYON BOZULUYOR
Aslında AKP bir koalisyon partisi. Merkez sağın yolsuzluk ve yağma çamuruna batıp 2002 seçimlerinde yaşadığı büyük çöküşün bıraktığı boşluğu doldurdu. Bu nedenle kendisini Müslüman demokrat değil, “muhafazakâr demokrat” parti diye tanımladı. Bu tarihsel fırsatı değerlendirdi.

Oysa AKP, muhafazakâr bir parti iktidarı değil, Siyasal İslamcı bir profil veriyor. Bütün gücüyle Cumhuriyetin tasfiyesine yöneliyor. Seküler değerlere ve kurumlara çirkin, aşağılayıcı ve düşmanca bir üslupla saldırıyor. Okulların üçte birini din okuluna çevirdiği gibi, bütün eğitim sistemini de dinselleştiriyor. İktidarın bütün uygulamaları daha önce ilan edilmemiş, toplumdan saklanmış bir programın yaşama geçirilmesi şeklinde gelişiyor. Dar militan bir profil veriyor.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik bu nedenle; “Biz bu düzenlemeleri 2004’te yapsaydık, AKP kapatılır ya da darbe olurdu” diyor. Böylece aslında gerçek hedeflerini gizlediklerini itiraf ediyor. Bu durumun açığa çıkması, çağın bütün ihtiyaçlarına karşın Türkiye’nin 200 yıllık birikiminin imha edilerek ülkenin kıytırık bir Ortadoğu devletine dönüşmesi olasılığı (en iyi haliyle Pakistanlaşma) parti içi koalisyonu da çözüyor.

AKP, çekirdek oylarına doğru daralma sürecine kaçınılmaz olarak giriyor. Bunun çok sayıda işaretleri ortaya çıkıyor. Üstelik, düzmece davalar ve sahte dijital kanıtlarla da önlenecek gibi görülmüyor. Bülent Arınç'la yaşadıkları tartışmayı tolere etmeye çalışırken bile “ düşmanları sevindirmeyelim” diyen Erdoğan hem kendisine oy vermeyenleri “düşman” olarak gördüğünü itiraf ediyor hem de bütün toplumun hükümeti ve Başbakanı olmak yerine, dar bir İslamcı fraksiyonun lideri gibi davranıyor. Hâlâ bir Ak-Genç'li gibi davranıyor. Örtünmeyi “dinin emri” saydığını ilan edecek, karşı çıkanları “cahillikle” suçlayacak kadar, bilgisiz ve ortaçağ mantalitesine sahip militan bir İslamcı olduğunu ortaya koyuyor. Kendi İslam yorumunu tek doğru, tartışılmaz ve kutsal din olarak görüyor. Dahası bu nedenle, kendi İslam yorumundan hareketle topluma yaşam tarzı dayatmayı, özel alana müdahale etmeyi meşru sayıyor. Buna hakkının olduğunu düşünüyor öğrenci evlerine ve karma yurtlara ilişkin müdahalesini “meşru olan ve olmayan ilişkiler” diye gerekçelendiriliyor. Sadece siyasallaştırdığı dini esas alıyor. Böylece toplumun yarısını ağır şekilde suçlama hakkını kendisinde buluyor.

KENDİLİĞİNDEN ÇÖKMEZ
Oysa kime ve neye göre meşru ya da gayrimeşru ilişkiler bunlar? İslamda çok farklı yorum ve akımların olduğunu bir yana bırakalım, Erdoğan kendi inancına göre, toplumsal yaşamı düzenleyeceğini kendi dini yorumuna göre insanların yaşam tarzı na müdahale edebileceğini ortaya koyuyor. Bunu doğal sayıyor. Yasaların kaynağını, kamusal düzenin ilkelerinin ve toplamsal yaşamın temelini seküler ve birleştirici pozitif hukuktan değil, tartışılmaz, sorgulanamaz ve değiştirilemez dinden ve kutsal değerlerden alınacağını ilan etmiş oluyor.

Bu tablo sadece liberallerle ve merkez sağ seçmenin bir bölümüyle AKP'nin yollarını ayırmıyor, parti içi koalisyonu da bozuyor.
Ancak AKP iktidarı ve dinci-faşizan yeni rejimin içine girdiği bu çözülme süreci nedeniyle bugünden yarına yıkılacağını söylemek ya da beklemek doğru olmayacaktır. Daha da önemlisi, artık zamanının geldiğini düşünerek bu çöküşün kaçınılmaz olarak hatta kendiliğinden olacağını sanmak da çok büyük yanlış olacaktır. Bu çözülmenin iktidarın çöküşüyle sonuçlanabilmesi, ancak muhalif güçlerin göstereceği etkinliğe bağlıdır. Doğru bir siyasal program ve mücadele olmadan AKP iktidarına son vermek kolay değil. Çünkü önümüzde herhangi bir merkez sağ iktidar değil, yeni bir rejim var. Bir diktatörlük...

0 yorum:

Yorum Gönder